23 Haziran 2014 Pazartesi

Kelebekler Ölürken...

Twitter'dan bir arkadaş edindim. Amed'de kasapmış. Vejeteryan olmamakla birlikte et konusunda çok cahilim, pirzola ne bilmem ya da antrikot. Bana hep karmaşık gelir, sonuçta hepsi et. Bunları sorup öğreneceğim biri çıktı diye sevinirken, kasap arkadaşımın yazar olacağı tuttu. Önce bir yazıda Amed'in yoksullarını andı. Okudukça, bıçağın tezgahtaki ete değil, bana saplandığını hissettim. Maalesef kasap arkadaşımın durmaya niyeti yoktu. Sonraki yazısında başkentimizin talan edilmekte olduğunu yazdı. Bu kez satırla şah damarıma vurulmuş gibi hissettim. Sarsıldım. Yoksa bir yalanın içinde mi yaşıyorduk? Çağrışım üstüne çağrışım derken aklıma Yevtuşenko düştü. Açtım okudum.

Gençlere yalan söylemek yanlıştır.
Yalanların doğru olduğunu göstermek yanlıştır.
Tanrının gökyüzünde oturduğunu ve yeryüzünde
İşlerin yolunda gittiğini söylemek yanlıştır.
Gençler anlar ne demek istediğinizi. Gençler halktır.

Sonra sayfaları geriye çevirip, kitabı aldığım tarihe baktım. Uzun zaman geçmiş, genç olduğum yıllar. Tam da bu kitabı okuduğum zamanlarda, okumaktan konuşmaya kadar her şeyi öğrendiğim bir abim, her zamanki gibi konuşurken pat diye, "kelebekleri sevmek demek, kelebek avcıları ile savaşmaktır" demişti. Ağzından çıktığı zaman abimin ağırlığına pek yakıştıramadığım bu aforizma, aslında çok ağırmış. Bunu yaşlandıkça anladım. Düşünsenize, birisi sizin sevdiğiniz kelebekleri gözünüzün önünde avlıyor ve siz oturduğunuz yerden seyrederek hala sevmeye devam ediyorsunuz. İkiyüzlülük. 

Tabii kelebekleri sevdiğimiz gibi bir kenti, bir kuşu, bir dereyi, suyu ve bazen taş atan çocukları da seviyor, övgüler diziyoruz. Gelgelelim bu kasap arkadaşımın iddiasına göre, sevdiğimiz bu çocukların yarısı o taşı atarken aç. Gerçek fiziksel açlıktan bahsediyorum. Kale gibi korudukları mahallelerinde yoksulluk kol geziyor. Şiirlerdeki romantik yoksulluk değil, bildiğin kesif, elle tutulur yoksulluk, sahip olamama, hep yutkunma, hiç bir zaman bir kasabın müşterisi olamama yoksulluğu. Kamyon kasalarına doluşup, kendisinden nefret eden insanların tarlalarında, bahçelerinde çalışmaya gitmenin yoksulluğu. Bir çuval un ve bir torba kömürün çok değerli olduğu yoksulluk. 

Fikirler avcıların kovaladığı kelebekler gibi zihnimde uçuşurken düşünmeye devam ettim. Çocuklar aç, kelebekler ölü, dereler kuru ve dağ bayır zenginler arasında bölüşülmüşse, biz o yeni ülkeye sığabilecek miyiz? İşgal ve sömürünün her türlüsüne karşı iken, zihnimizi işgalden kurtarabildik mi? Belli ki cevap hayır. Kapitalizmi ya da modernizmi kağıtta eleştirip, hayatta baş tacı etmek, gençlere yalan söylemektir ve gençlere yalan söylemek yanlıştır.

Aslında sanıldığı gibi, devrimci olmak iddiasındaki bir hareketi çürüten, yavaşça öldüren olgu devletin / ordunun / polisin baskısı değildir. Dağlarda ölen, mezarları heyelanlar, seller ile tesadüfen ortaya çıkanların mirasını tüketeceğiniz yer, günlük hayattır. Günlük hayatı örgütleyemeyen yenilir, bu kadar basit. Yoksulluğa, yozlaşmaya, kamyon kasalarına, hapisteki militanının ailesine, hastanın derdine çözüm bulamayan, kendine yabancılaşır, giderek sevmediğine dönüşür. 

Peki ne yapmalı? 

Gençler, rastladığınız kusurları bağışlamayın,
Tekrarlanırlar sonra, çoğalırlar
Ve ilerde çocuklarımız, öğrencilerimiz
bağışladık diye o kusurları, bizi bağışlamazlar.

Eğer belediyelerimiz, parti binalarımız burjuva karargahları haline geldiyse geri alacağız. Belediye meclislerinin aldığı her kararı takip edeceğiz, yaptıkları her toplantıya gideceğiz, parti binalarında oturup "demokratik özerklik ne zaman?" diye soracağız. Bu hareketin liderinin talebine rağmen, mevsimlik işçilik sorunun neden çözülmediğini soracağız, ekonomik sorunların çözümü için neler yaptıklarını denetleyeceğiz ve projeler önereceğiz. Geçmişte aynı yollarda yürüdüğümüz insanlara hala yolun aynı yol olduğunu, yavaşlama nedenimizin kendisinin büyüyen göbeği olduğunu sık sık hatırlatacağız. "Ya bunlardan ne çıkar kardeşim" diyenlere aldırmayacağız.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder